30 Mayıs 2007 Çarşamba

Ölüm Ve Yaşam Üzerine...

"Hiç tanımadığım gencecik bir insanın ölümü kadar beni birşey üzemez" der anılarında Prof.Mina Urgan. Her ölüm zamansızdır oysa ki; ölen kişi 100 yaşında olsa bile, eğer bir sevdiğimizse, "daha yaşayacaktı..." diye üzülüp, Azrail'in erken geldiğinden hayıflanırız.
Bugün de bir ölüm haberi verdi annem telefonda; yazlıktan komşumuz olan yaşlı bir dedenin öldüğünü söyledi. 15 yıldan fazla bir süredir vücudunun sağ tarafı tutmuyordu bu dedemizin. Fakat buna rağmen bir çok işini yine de kendisi görüyor; hatta komşularıyla düzenlediği okey partilerinde bağıra çağıra ortalığı neşelendiriyordu. Neşelendiriyordu dememe bakmayın; Allah rahmet eylesin ama; pek sevimli de bir ihtiyar olduğu söylenemezdi oysa. Onu ilk gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Her akşam üzeri evlerinin bahçe kapısı tarafında yaptırdıkları sahanlıkta oturur, elinde bastonu, gelen gidenle konuşurdu. Çok kodaman, kültürlü, sevimli bir görünümü vardı. Oysa ki düpedüz aksi bir ihtiyardı; çocukları pek sevmez, kadınlardan daha fazla dedikodu yapar, gürültüye falan hiç katlanamaz, hemen homurdanmaya başlardı. Çok da titizlenirdi bu dedemiz. Karı-koca yaşlı oldukları için, bazı işlerini sitedeki komşuları olarak bizler görürdük. Bundan 7-8 sene önce, birkaç defa bana ekmek aldırmıştı. İlk seferinde aldığım ekmeklerin çok kızarmış olduğundan şikayet etti. İkinci seferde aldığım ekmeklerin içinin hamur olduğundan şikayet etti. Üçüncü seferde de tam homurdanmaya başlayacaktı ki "eee dede, sen de gelinlik kız alıyorsun sanki; altı üstü bir ekmek..." deyip parayı sinirle masaya bırakıp gitmiştim. Allahtan o sırada babamla orada okey oynuyorlardı da, arkamdan çok laf edememiştir. Tabi ben gittikten sonra onu yatıştırma işi de babama kaldı. Ergenlik çağının verdiği tahammülsüzlükle sinirlenmiştim o zaman; şimdi olsa daha sakin davranır, güler geçerdim sanırım...
Bu dedemiz son bir yılda formdan düşmüştü; geçen yaz eskisi gibi okey partileri düzenleyemez olmuştu. Bastonunu eline alıp, ihtiyar karısıyla birlikte gezmelere gidemiyordu artık. Gezmeye gitmek istediğinde de karısı yanında plastikten bir sandalye taşıyor; dedemiz yorulduğunda o sandalyeye oturtuyordu onu...
3-4 hafta önce annem ziyaretlerine gitmişti; dedenin oldukça zayıfladığını, yataktan dışarı çıkamadığını ve hatta konuşmaya takatının olmadığını söyledi. Fakat annemin dediğine göre bilinci yerindeymiş yine de. "Beni tanıdın mı?" diye soran anneme, fıldır fıldır gözlerle kafasını sallayarak "evet" dercesine cevap vermiş. Son zamanlarında o kadar ağırlaşmış ki; altına bez bağlamak zorunda kalıyorlarmış. Tabi bunun da ne kadar meşakkatli bir bakım olduğunu tahmin edersiniz. Hal böyle olunca, zaten yaşlı olan karısı da, pek hayırlı sayılmayacak çocukları da ölmesi için gün sayıyorlarmış...Nihayetinde bugün Hakk'ın rahmetine kavuştu dedemiz. Allah taksiratını affetsin. Merak ediyorum; acaba üzüldüler mi, sevindiler mi dedenin ölümüne...Ben şahsen, dedenin adına sevindim diyebilirim. (Zaten bu aralar aldığım ölüm haberlerine üzülemiyorum pek; demek ki bunalımdayım yine...)Hergün, ölümün benim için daha hayırlı olacağını düşünüp gün sayan insanları görmektense ölmeyi yeğ tutardım sanırım.
Ne gariptir ki bir tarafta bu dedemiz ölüm için gün sayarken, diğer tarafta yaşam için gün sayan, dua eden insanlar var. Dün bir arkadaşımın kuzeninin akciğer kanseri olduğunu öğrendim. Bugün de, arkadaşımın "kanka"sının babasının rahatsızlandığını, durumunun ciddi olduğunu duydum. Arkadaşım üzgün bir biçimde apar topar "kanka"sını görmeye gitti...Bu insanları hiç tanımasam da üzüldüm...Aklıma Mina Urgan'ın sözleri geldi...
Bir tarafta yaşamak için savaş verenler; ve bir tarafta ölümü iple çekenler...İşte hayat dedikleri böyle birşey olsa gerek...

Merhaba Dünya

Artık ben de buradayım. Uzun süredir düşündüğüm birşeydi bu. Fakat düşündüğüm diğer şeyler gibi bu da tembelliğimden ötürü ertelenen bir fikirdi. Her bilgisayar mühendisinin ya da bilgisayar mühendisliği öğrencisinin yeni bir programlama dili öğrendiğinde yazdığı ilk programdır "Hello world". Kendimi her ne kadar onlar gibi göremesem de ben de böyle bir giriş yapmak istedim.
Aslında bir bilgisayar mühendisliği öğrencisi olmama rağmen bilişim dünyasına bir o kadar da uzağım. Buraya aktaracağım birçok şey de büyük ihtimal bu bilişim dünyasından uzak şeyler olacaktır.
Bilişim dünyasına uzak olduğumdan bu blog olayını da yeni yeni keşfediyorum. Hoş, şu "blog" lafı da hoşuma gitmedi ya, neyse...Bu dünyayı yeni yeni keşfetmeye başladığım için, yazdıklarımı okuyan olur mu, yorum yapan olur mu, hiç bir fikrim yok. Umarım okur ve yorumlarınızı esirgemezsiniz.
Kendi içinden de olsa çok konuşan ya da çok düşünen bir hayvan olmama rağmen yazma yeteneğimin o kadar da gelişmemiş olduğunun farkına vardım. İzlediğim bazı filmler ya da okuduğum bazı kitapların sonucunda birşeyler yazmaya karar verdim; fakat sonuç hüsrandı tabi ki. Öyle olunca da çabucak vazgeçen ben, bu sefer pek vazgeçmeye niyetli değilim açıkçası. Tüm saçmalıklarımı buraya kaydetmek, yaşadığım, düşündüğüm, hissetiğim şeyleri elimden geldiğince buraya aktarmak istiyorum. Eğer tembelliğim sonucunda şu blog işinden vazgeçmezsem burada çok çeşitli konular görebileceğinizi söyleyebilirim şimdiden. Ailem, arkadaşlarım, Atatürk, cinsellik ve hatta cinselliğim, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler v.s...Kısacası, burası benim gizli bahçem olacak; duyu organlarımın yaşadığı gerçek dünyadan sık sık kaçıp bu bahçede nefes alacağım...yani umarım :)
Bunları yaparken elimden geldiğince dilimizi düzgün kullanmak istiyorum ve bu konuda umarım bana yardımlarınızı ve yorumlarınızı esirgemezsiniz.
İlgilenecek olanlara şimdiden teşekkür ederim...